Uzun ve bol anılı bir yaz molasının ardından sadece 1943 yılında kurduğu mobilya perakende zinciri ile anılan Ingvar Kamprad’ın değil, sıcaklık ölçme birimi celsius ölçeğini hayata geçiren Anders Celsius’un, “…bu kadar parayla ne yapacağım, bari dağıtayım…” diyerek niyetlendiği Nobel Ödülleri ile anılmasının yanı sıra, dinamitin de mucidi olan Alfred Nobel’in de memleketi olan İsveç’e döndüm. İsveçli fizikçi Anders Celsius’un 18. yüzyılın ilk yarısında önerdiği ve hâlâ geçerliliğini koruyan ölçü biriminde 20’li hanelerin de güzel bir yaz mevsimi anlamına gelebileceğini öğrendiğim kuzeyin bu güzel ülkesi alabildiğine yeşil ve bir o kadar da sakin karşıladı yine beni. Kendi topraklarımda geçirdiğim sürenin belirli bir aralıkla sınırlı olması sebebiyle olağanlaştırdığım telaşlı halim de İsveç’in durgunluğuyla dengelenmeye başladı. Tüm ülkede belirli bir standart olmayıp bölgeden bölgeye değişiklik gösterse de çoğunlukla ağustos ayının üçüncü haftası itibariyle başlayan akademik takvim de yine aynı günlerde başlamış oldu. İsveç’in genelinde temmuz ayında “stand by” moduna geçen iş yaşamı da okulların açılmasıyla birlikte hareketlenmeye başladı. 

Daha önce bir yazıda daha değinme fırsatı bulduğum özgürlükçü, neredeyse müfredattan bağımsız, her öğrencinin özelleştirilip kendi hızına bırakıldığı şahsına münhasır eğitim sistemi de serpildi yine çocuklarımla birlikte önüme. Özel eğitim kurumlarının dahi -birçoğunun-ücretsiz olduğu, sosyal devlet anlayışının en güzel işlendiği eşitlikçi bu sistem elbette kendi ülkesinde çocuklarını “en iyi” okullarda okutma gayretindeki benim gibi göçmenler için inanılmaz bir nimet. Günlük birkaç öğün olarak sunulan sağlıklı yemekler, değil kitap, defter setleri, boya kalemlerinden makaslarına kadar kullanılan tüm eğitim materyallerinin ve hatta bilgisayarlarının okul tarafından temin edilmesi, anadili İsveççe olmayan öğrenciler için devlet tarafından sağlanan özel öğretmenlerle öğrencinin yıl boyu sürekli desteklenmesi ve tüm bunların ödediğiniz vergiler karşılığında “ücretsiz” olarak sunulması hızlıca sıralanabilecek “göçme sebeplerinden”. Ancak son derece disiplinli bir eğitim sisteminin (hâlâ) neferi olan ve “zarfa değil mazrufa bak” kuşağının temsilcisi bu anne için eve getirilen hiçbir ödev olmadığından mazrufu inceleyememe ayrı bir dert konusu. Bunu aşmak için geliştirdiğim öneri ise; Spotify, az önce kurucusuyla andığımız IKEA, yine başka bir perakende zinciri olan H&M, Electrolux, Ericsson gibi birçok markanın yaratıcısını, tasarımcısını, ürün geliştiricisini vs. yetiştiren eğitim sisteminin herhalde benim çocuklarıma da benden daha fazla katkısı olur görüşü. Hipotezimin doğrulanıp yanlışlanabilmesi için beklenecek zaman, biri ortaokula diğeri gymnasiuma başlayan evlatların eğitimlerinin tamamlanması kadar ırakta şu an. Ama bu yazı vesilesiyle sorgulamanızı dilediğim konu eğitim sisteminin bambaşka bir tarafı…

Geçtiğimiz yıl içerisinde hem 4.-9. sınıfların okuduğu orta – üst olarak adlandırılan temel eğitim kurumlarından hem de 10.-12. sınıfların eğitim aldığı, Türk eğitim sistemine göre karşılığı lise olan ancak İsveç sisteminde lise ile üniversite arasında bir kurum olarak kabul edilen; öğrencileri lisans ve üzeri akademik eğitim sistemine hazırlayan ve mesleki ilgi alanlarına göre branşlara ayrılan gymnasiumlar olmak üzere Stockholm’de birçok okulu ziyaret ettim. Akademik takvimde her iki yaş grubunun da okul tercihlerini yapacağı dönem aynı olduğundan birkaç hafta içerisinde okulların belirlediği “öppet hus” saatlerinde doğru seçimi yapabilmek adına ziyaret edebileceğimiz kadar fazla sayıda okul binası görme ve halihazırda o okulda eğitim alan öğrenciler ile eğitim sunan öğretmenlerle sohbet etme şansım da oldu. Daha önce sadece biri İsveç’e taşınmadan önce kabul aldığımız ve çocuklarımdan birinin ara sınıf olarak başlayacağı bir eğitim kurumunu diğeri ise burada yaşamaya başladıktan sonra kendi ülkemizden de aşina olduğumuz adrese dayalı sistemle diğer çocuğumun atandığı (bu sırada üçüncü atama sonucunda okul tarafından öğrencinin kabul edildiğini ve bunun da oldukça uzun bir süreç olduğunu eklemek isterim) okul olmak üzere sadece iki okul kompleksini görme fırsatım olmuştu. Ancak geçtiğimiz yıl içerisinde gerçekleştirdiğim diğer okul ziyaretlerinde tüm binaların mimari olarak benzer şekilde tasarlandığını öğrenme fırsatı buldum. Sınıfların açıldığı bir ortak iç avlu, tüm sınıfların dışarıdan ışık alacak ve merkezden görünecek şekilde aydınlatılmış olması, çok katlı yapılarda bu düzeneğin aynı şekilde korunması ve katlar arası görüş mesafesinin maksimum seviyede tutulması standart bir insan gözüyle fark edilebilecek ilk detaylar olarak sıralanabilir. Bu sıraladığım özellikler sebebiyle, Bentham kardeşlerin 18. yüzyılda tasarladığı mimari model olan ve Foucault’nun bu model üzerinden yaptığı metaforik iktidar tanımı ile ilişkilendirdiği panoptikonu mu hatırladınız yoksa? Yok canım, abartmayın! O hapishane binası olarak tasarlanmıştı ve aynı şekilde ışık alan hücreler avlu merkezindeki bir kulede yer alan gözlemci tarafından sürekli gözetleniyordu. Ama durun bir saniye, kardeşlerden birinin mektuplarından öğrendiğimiz kadarıyla bu modelin rahatlıkla okul, hastane gibi kamu binalarının uyarlanabileceği ve gözetlenen kişilerin ışıklandırma sebebiyle kuledeki kişinin varlığını tespit edememesi sebebiyle sürekli gözlemlendiğini düşünerek davranışlarına “daima” çeki düzen vereceği hatta ileride gözetlemenin içselleştirilmesi durumunda kulenin ortadan kaldırılabileceğinden mi bahsediliyordu? Yok canım, biz yine de bu benzerliği abartmayalım (!)

Hepimiz için verimli, öğretici ve sorgulayıcı bir eğitim yılı olmasını dilerim.

***

Konu ilginizi çektiyse aşağıya ilgili okuma önerilerini ekliyorum. Türkçe içerik açısından da oldukça zengin bir alan panoptikon, bu alanda çalışan çok sayıda akademisyenimiz de mevcut.  

Okuma Önerisi

Hapishanenin Doğuşu, Michel Foucault

Panoptikon – Gözün İktidarı, Barış Çoban & Zeynep Özarslan (Haz.)

Panoptikon 2.0 Alternatif Medya ve Karşı-Gözetim, Barış Çoban & Bora Ataman (Der.)

Author

  • Meltem Güreller

    Meltem Güreller, lisans (2002) ve yüksek lisans (2018) eğitimini de tamamladığı İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı’nda, Eleştirel Bir Veri Çalışması Olarak Yapay Zekâ Algoritmalarının Kültür Oluşumuna Etkisi başlıklı tezi üzerinde çalışmalarını doktorant olarak sürdürmektedir. Yüksek lisans tezinde yeni medyanın kurumsal iletişimde kullanımına yönelik bir araştırma yapan Güreller’in kamusal alan, gözetim ve sosyal medya konularında yayımlanmış makaleleri ve kitap bölümleri bulunmaktadır. 1998 – 2014 yılları arasında gazete, reklam ajansı, matbaa, halkla ilişkiler ajansı gibi ulusal ve uluslararası farklı kurumlarda iletişim uzmanı olarak görev alan Meltem, evli ve iki çocuk annesidir.

    View all posts

By Meltem Güreller

Meltem Güreller, lisans (2002) ve yüksek lisans (2018) eğitimini de tamamladığı İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı’nda, Eleştirel Bir Veri Çalışması Olarak Yapay Zekâ Algoritmalarının Kültür Oluşumuna Etkisi başlıklı tezi üzerinde çalışmalarını doktorant olarak sürdürmektedir. Yüksek lisans tezinde yeni medyanın kurumsal iletişimde kullanımına yönelik bir araştırma yapan Güreller’in kamusal alan, gözetim ve sosyal medya konularında yayımlanmış makaleleri ve kitap bölümleri bulunmaktadır. 1998 – 2014 yılları arasında gazete, reklam ajansı, matbaa, halkla ilişkiler ajansı gibi ulusal ve uluslararası farklı kurumlarda iletişim uzmanı olarak görev alan Meltem, evli ve iki çocuk annesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir